T.C. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Tarafından Fahri Profesörlük Tevdii Töreni’nde Yaptıkları Konuşma
17.04.2015
Sayın Cumhurbaşkanı,
Sayın Rektör,
Değerli Öğretim Üyeleri ve Öğrenciler
Kıymetli Hanımefendiler, Beyefendiler,
Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Cumhurbaşkanı olarak Kazakistan’a yaptığım bu ilk ziyaret vesilesiyle, Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi’nde bulunmaktan memnuniyet duyuyorum. Şahsıma layık görülen fahri profesörlük unvanı için, üniversite yönetimine ve tüm dostlarımıza teşekkür ediyorum. Üniversitemizi, Türkiye ile Kazakistan arasındaki işbirliğinin önemli sembollerinden biri olarak görüyorum.
Dilimizin ve kültürümüzün gelişmesine, zenginleşmesine çok önemli katkılarda bulunan büyük fikir adamı ve gönül eri Hoca Ahmet Yesevi’nin manevi feyzinin, ziyaretimizi daha da anlamlı kıldığına inanıyorum. Üniversiteye ismini veren Ahmet Yesevi, gerekten de Türkistan’dan Anadolu’ya ve Balkanlara kadar uzanan geniş bir coğrafyanın manevi kandillerinden biridir.
Ahmet Yesevi Hazretleri, Arslan Baba’dan ve Yusuf Hemedani’den devraldığı ihlas ve irfan bayrağını, Horasan Erenleri aracılığıyla yedi iklim dört kıtaya taşımıştır. Bu üniversitenin, bir eğitim kurumu olmanın ötesinde, Hoca Ahmet Yesevi okulunun günümüzdeki temsilcisi olarak da faaliyet gösterdiğine, göstermesi gerektiğine inanıyorum.
Üniversitemizin ilk ve en önemli öğretim üyesi olarak Hoca Ahmet Yesevi’yi kabul ediyorum. Öğrenci kardeşlerimden bu şuurla, bu anlayışla, bu misyonla eğitimlerini yürütmelerini, kendilerini yetiştirmelerini bekliyorum. Bu üniversite, hem taşıdığı isim, hem de bulunduğu coğrafya sebebiyle, herhangi bir yüksek eğitim kurumu olarak kalamaz, kalmamalıdır.
Türkistan, çağlar açıp çağlar kapatan gelişmelerin temellerinin atıldığı, tarihi bir ilim, irfan, kültür merkezidir. Tarihte “Türk Rönesansı” diye ifade edilen medeniyet hamlesinin harcı, işte burada, bu topraklarda karılmıştır. Bu harcın temelinde muhabbet vardır, saygı vardır, bilgi vardır, erdem vardır, hikmet vardır.
Hoca Ahmet Yesevi’nin bu donanımla Anadolu’ya, Balkanlara gönderdiği dervişler, sadece birer Eren değil, aynı zamanda birer Alp’ti. Bilgiyi ve mücadele ruhunu şahıslarında birleştiren bu Alperen’lerin izlerini, gittiğimiz her yerde görüyoruz. Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya, Balkanlar’dan Avrupa’nın içlerine kadar her yerde, tekkelerini, türbelerini, camilerini, medreselerini ihya ettiğimiz bu Alperen geleneğinin ocağı, işte burasıdır, Türkistan’dır, Hoca Ahmet Yesevi’nin dergâhıdır.
Hoca Ahmet Yesevi Üniversitemiz de bu geleneğin günümüzdeki en önemli merkezi olmak durumundadır. Aksi halde üniversitemiz, isminin hakkını veremiyor demektir. Bu adı taşımak ne kadar ayrıcalıklı ise, bu misyonu yüklenmek de o derece fedakârlık ister.
Ben, üniversitemizin önümüzdeki dönemde, tüm coğrafyamıza yeni bir soluk, yeni bir nefes vererek, adına ve misyonuna yakışan bir gayret ortaya koyacağına yürekten inanıyorum. 1993 yılında ata yurdun kalbine dikilen bu fidan, sizlerin sayenizde bugün artık genç bir çınar haline geldi. Hoca Ahmet Yesevi meşalesini taşıma şerefine nail olmuş bilim insanları ve öğrenciler olarak, üniversitemizi uluslararası rekabet gücü yüksek bir kurum haline getirme konusundaki çabalarınızı takdir ediyorum. Bunun yanında Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi, Rektör’ünden öğrencisine kadar tüm mensuplarıyla, köklü geçmişimiz ile parlak geleceğimiz arasındaki köprü olma misyonunu da her faaliyetinde göstermelidir.
Değerli Arkadaşlar,
Türkiye; tarihi, coğrafi ve kültürel bakımdan Kazakistan’ın da içinde yer aldığı Orta Asya coğrafyasının doğal ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Orta Asya, tarihin her döneminde Anadolu insanı için ayrı bir önem taşıdı. 1991 yılından itibaren, 70 yıllık parantezin kapanmasını takiben, bölgeyle yeniden ilişki tesis edilmesi, Türk dış politikasının en önemli önceliklerinden biri oldu. Türkiye, başta Kazakistan olmak üzere, Orta Asya’daki kardeş cumhuriyetlerin bağımsızlığını ilk tanıyan ve buralarda ilk Büyükelçilik açan ülkedir.
Dün değerli Cumhurbaşkanı Nazarbayev’le dertleşirken bağımsızlığımızı ilan ettiğimizde 2 saat sonra merhum Turgut Özal’ın Kazakistan’ın bağımsızlığını tanıdıklarını ilan etmişti dedi. İşte bu denli anlamlıdır bizim kardeşliğimiz. Orta Asya ülkeleri, bağımsızlıklarından bu yana geçen 20 yılı aşkın sürede siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel alanlarda önemli ilerlemeler sağladı. 1990’lı yılların zorlu şartlarına rağmen, bağımsızlıklarını ve egemenliklerini korumayı başaran bu ülkeler için, bugün gelinen nokta çok önemlidir. 23-24 yıl önce bazıları bu ülkelerin bağımsızlıklarını sürdürebilecekleri konusunda şüphe içerisindeydi. Gerçekten de bu yıllar, Türkiye için olduğu gibi, Türk Cumhuriyetleri için de kolay geçmedi, sıkıntılıydı. Dünyaca ünlü yazarımız Cengiz Aytmatov’un ifadesiyle “asra bedel günler” yaşandı. Ancak, bu ülkelerin başarısızlıklarını bekleyenler hüsrana uğradılar. Kardeş Cumhuriyetlerin hepsi, devlet hayatı bakımından çok kısa sayılabilecek bir sürede kendi ayakları üzerinde durmayı başardı.
Türk dünyası, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki süreçte, bağımsızlık döneminin bu ilk sıkıntılı sınavlarını başarıyla verdi. Bu yıl, Kazakistan’ın bağımsızlığının ve Türkiye-Kazakistan ilişkilerinin 24’üncü yılını kutluyoruz. Bu sürede Kazakistan, değerli kardeşim, Cumhurbaşkanı Sayın Nazarbayev’in ehil yönetimi altında önemli başarılara imza attı. Sahip olduğu doğal kaynakları ve coğrafi konumunu etkin şekilde kullandı, ulaştırma ve enerji diplomasisi alanında görüşü aranan bir ülke haline geldi. Kazakistan’ın bundan sonra da çok daha büyük başarılara imza atacağına yürekten inanıyorum.
Türkiye’nin de bu yolda her zaman Kazakistan’ın ve kardeş Kazak halkının yanında olacağından şüpheniz olmasın. Geçen 24 yılda, iki kardeş ülke arasındaki ilişkilerde de büyük mesafeler kat edildi. Siyasi ilişkilerimiz, aramızdaki kardeşliğe yaraşır şekilde mükemmel bir seviyeye ulaştı. 2009 yılında imzaladığımız Stratejik Ortaklık Anlaşması ve 2012 yılında tesis ettiğimiz Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi, işte bu işbirliğin sembolleridir. Ekonomik, ticari ve kültürel alanlardaki işbirliğimiz her geçen gün daha da gelişiyor. Yükseköğrenim konusunda Kazakistanlı kardeşlerimizle çok müstesna bir işbirliği yürütüyoruz. 1992 yılından itibaren bu güne kadar, 3 bin 750 Kazak öğrenciye ülkemizde burs imkânı sunduk. “Türkiye Bursları” ile de her yıl 150 civarında öğrenciye lisans, yüksek lisans ve doktora seviyesinde burs veriyoruz.
İkili ilişkilerimizin yanı sıra, Türk Konseyi başta olmak üzere, çok taraflı platformlardaki işbirliğimiz de mükemmel seviyededir. Büyük önem verdiğimiz Türk Konseyi’ni, Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri’nin misyonunun önemli bir kilometre taşı olarak görüyoruz. Bizlere düşen görev, ortak kültürümüzden ve tarihimizden aldığımız bu mirası, gelecek nesillere, yani sizlere en güzel şekilde aktarmak ve onun daha ileriye götürülmesini teşvik etmektir. Sizlerin de aynı anlayışa, aynı bakışa açısına sahip olduğunuza inanıyorum.
Değerli Kardeşlerim,
Dünyanın her alanda hızlı değişimler geçirdiği bir dönemdeyiz. Ortak güvenliğimizi ve geleceğimizi ilgilendiren konular, her geçen gün daha karmaşık bir nitelik kazanıyor. Yaşanan değişimi anlayabilmek için, uluslararası dinamiklerin doğru tahlil edilmesi gerekiyor. İstikrar ve refahın tesisi bakımından, karşılıklı çıkara dayalı ekonomik bağımlılıktan, farklılıkları bir arada yaşatma kabiliyetine kadar, pek çok önemli konu önümüzdeki dönemde gündemimizi meşgul edecektir.
Türkiye, içinden geçilen işte bu değişim sürecinin farklı dinamiklerinin kesişme noktasında olan bir ülke. Bu, her geçen gün artan imkân ve kabiliyetlerimizle, dış politikamızın çok boyutluluğunu sağlayan ve gerekli kılan bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Bunun yanında, kendimizle birlikte kardeşlerimizin de siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmesini sağlamak için her türlü çabayı gösterme sorumluluğuyla karşı karşıyayız.
Dış politikamıza hakim olan çok yönlü, dinamik, vizyoner ve insan odaklı yaklaşımda, Hoca Ahmet Yesevi’nin “insanın kendisiyle olduğu kadar çevresiyle de barışık olması gerektiği” prensibinin izlerini görebilirsiniz. Bu prensibin tüm dünya tarafından da uygulanması halinde, halen yaşanan bunca acı ve sıkıntının sona ermemesi mümkün mü?
Türkiye olarak, tarihimizin ve coğrafyamızın bize yüklediği sorumlulukların farkındayız. Dünyada yaşanan değişimin insani hakları temelinde, hukukun üstünlüğü, barış, refahın ve güvenlik ekseninde gelişmesi için üzerimize düşeni yapıyoruz, yapmaya devam edeceğiz. Tarih bize, doğru adımların atılması ve fırsatların değerlendirilmesi halinde, bölgemizde büyük medeniyetlerin yükseldiğini, buna karşılık yapılacak yanlışların bedelinin de çok ağır olduğunu gösteriyor.
Bakınız bugün çevremizde, bizi ve kardeşlerimizi ilgilendiren birçok sorun yaşanıyor. Ukrayna’da Kırım Tatarlarının durumunu biliyorsunuz. Suriye’deki zulüm, hem insani bakımdan, hem siyasi bakımdan giderek kötüleşiyor, vicdanları giderek daha çok yaralıyor. Aynı şekilde Irak’ta mezhepçilik fitnesi, hala tüm ateşiyle yanıyor. DEAŞ denilen terör örgütü, sadece ve sadece Müslüman kanı dökerek, İslam dünyasını ve bölgeyi zehirlemeye devam ediyor. Libya’da yaşanan fiili bölünmüşlük hali, ülkenin ve oradaki kardeşlerimizin geleceği bakımından bizi endişelendiriyor. Mısır’da darbeyle işbaşına gelen yönetim, demokrasiye dönüşü reddettiği gibi, verdiği idam kararlarıyla, halkın yüreğinde de kapanmayacak yaralar açma yolunda ilerliyor. Son olarak Yemen’de başlayan iç çatışmalar, bölgede yeni bir kamplaşmanın fitilini ateşleme aşamasına geldi. Filistinlilerin haklarına saygı göstermeme konusunda adeta yarış içinde olan İsrailli politikacılar yüzünden, bölgedeki huzursuzluk giderek tırmanıyor. Afganistan hala huzuru yakalayabilmiş değil. Afrika ülkelerinin pek çoğunda da benzer sıkıntılar var. Myanmar’dan, Doğu Türkistan’dan gelen haberler bizleri endişelendirmeye devam ediyor.
Türkiye, işte tüm bu manzara içinde, barışın, huzurun, refahın, güvenin temel alındığı bir uluslararası sistemin inşası için çalışıyor, bu yöndeki gayretlere destek veriyor. Bu çabaların başarıya ulaşması için, uluslararası toplumda etkinliği olan tarafların bir araya gelmesi ve birlikte hareket etmesi şarttır. Bunun için, bir yandan bölgesel işbirliği platformları güçlendirilirken, diğer yandan da Birleşmiş Milletler başta olmak üzere, küresel yapıların çözüm odaklı bir anlayışla yeniden yapılandırılması gerekiyor.
Suriye’de 300 bin insanın ölümüne seyirci kalan bir Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, dünya üzerinde yaşayan milyarlarca insana nasıl güvenli bir gelecek vaat edebilir ki? Seçimle işbaşına gelmiş siyasetçilerin değil, askeri darbeyle ülke yönetimini gasp etmiş diktatörlerin arkasında duran bir uluslararası düzen, insanlara nasıl daha özgür bir gelecek vaat edebilir ki? Batıda sadece israf edilen, çöpe atılan yiyeceğin, Afrika’daki tüm açları doyurabilecek miktara ulaşabildiği bir sistem, insanları nasıl daha müreffeh bir hayat için motive edebilir ki?
Biz, işte bu sürdürülemez uluslararası düzenin değişmesi için her platformda sesimizi yükseltiyor, itirazlarımızı dile getiriyoruz. Küresel vicdanı uyandırana kadar da bunları söylemeye devam edeceğiz.
Amacımız asla bu dengesizlik içinde bir rol kapmak değildir. Biz, tesisini arzu ettiğimiz adil ve gerçekçi yeni düzenin eşit taraflarından biri olmaya talibiz. Yani ‘Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi dünyanın kaderini belirleyemez, belirlememelidir’ diyoruz. Çünkü dünya 5’ten büyüktür. Öyleyse tüm dünyanın kaderini niçin bu 5 tane üyeden bir tanesinin kararı belirlesin? Bu adil bir dünya olmaz. Onun için el ele vermeye mecburuz, dayanışma halinde olmaya mecburuz.
Bakınız 2013 yılında Türkiye en çok uluslararası yardım yapan ülkeler sıralamasında üçüncü sırada yer aldı. Biz 12 yıl önce yılda 45 milyon dolar yardımda bulunuyorduk, ama geçen yıl –burası çok ilginç- şimdi 4,5 milyar dolar yardım eder hale geldik. Bu bizim insani ve vicdani sorumluluğumuzdur, bunu yapmaya mecburuz. Onun için bunları yapıyoruz ve yapacağız.
Değerli kardeşlerim,
Bununla kalamayız. Her geçen gün daha kararlı bir şekilde bunu devam ettirmemiz lazım. Afrika ülkelerini dolaştığım zaman, o acı manzaraları gördüğüm zaman diyorum ki; bizim sorumluluğumuz daha büyük. Yani biz ekonomik büyüklüğümüzün çok çok üzerinde bir insani yardım içindeyiz. Amerika, İngiltere ve Türkiye, düşünebiliyor musunuz? Halbuki dünyada bizden çok çok güçlü ülkeler var. Bakınız şu anda Suriye ve Irak’tan Türkiye’ye sığınan sığınmacıların sayısı ne biliyor musunuz? 2 milyon. Bunun 1 milyon 700 bini Suriye’den, 300 bini Irak’tan ölümden kaçarak geldiler, Türkiye’ye sığındılar. Kapınızı kapayabilir misiniz? Ne dedik? ‘Buyurun’. Ve şimdi onları biz yediriyoruz, giydiriyoruz, sağlığına, eğitimine, her şeyine A’dan Z’ye biz bakıyoruz. Peki, size Birleşmiş Milletler’den yardım gelmedi mi? Geldi, ne kadar biliyor musunuz? 250 milyon dolar. Peki, biz şu ana kadar ne kadar harcama yaptık, onu da sizlere söyleyeyim;, 5,5 milyar dolar, fark bu. Ama biz bundan da şeref duyuyoruz, gurur duyuyoruz.
İnşallah, Türk Konseyi başta olmak üzere Orta Asya’daki dostlarımızla birlikte oluşturduğumuz ve güçlendirme kararı aldığımız işbirliği platformuyla bu gücümüzü daha da artıracağız. Hoca Ahmet Yesevi’nin hikmetlerinden aldığımız ilham, güç ve cesaretle bu doğrultuda yolumuza devam edeceğiz.
Ben bu düşüncelerle üniversitemizin yönetimine ve öğrencilerine başarılar diliyorum. Şahsıma tevdi ettiğiniz fahri profesörlük için şükranlarımı ifade ediyorum. Üniversitemize, öğrencilerimize layık olmanın gayreti içerisinde olacağımı da burada ifade etmek istiyorum.
Size saygılarımı ve sevgilerimi sunuyorum.
T.C. Başbakanı Sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Tarafından Fahri Profesörlük Tevdii Töreni’nde Yaptıkları Konuşma
27.04.2013
Çok Değerli Meslektaşlarım ve Çok Sevgili Öğrenciler,
Ben her şeyden önce hepinizi Anadolu’dan getirdiğim en kalbî muhabbetlerim ile selamlıyor, kucaklıyorum. Bugün benim için büyük bir onur... Ahmet Yesevi Üniversitesi fahrî profesörlüğünü almak benim için büyük bir onur...Ama onurların en büyüğü Ahmet Yesevi’nin talebesi olabilmek. Hiçbir makam, hiçbir unvan bu büyük zatın manevi talebesi olmaktan daha kutsi, daha anlamlı, daha onurlu değildir. Allah sizlere ve bizlere ve bu üniversiteden yetişecek olan bütün ilim adamlarına, gençlere, yeni nesillere, onun talebesi olmayı, manevi talebesi olmayı, onun yolundan yürümeyi nasip eylesin.
Öyle şahsiyetler vardır ki insanlık tarihinde eğer onları anlarsanız insanlığın kadim yürüyüşünü anlarsınız. Sadece insanlığın kadim yürüyüşünü anlamakla kalmaz, kendi milletinizin tarih içindeki yerini, konumunu sağlam bir yere oturtursunuz. Öyle mekânlar vardır ki o mekânların tozunu toprağını soluduğunuzda o mekânlara gidip, o ulu zatların manevi huzurunda diz çöktüğünüzde hayatınızın ve var oluşunuzun yeni anlamlarını keşfedersiniz. Sizler bu üniversitede ders okutan ama aslında Ahmet Yesevi’nin talebesi olan hocalar ve sizler, bu üniversiteden feyiz almak, ilim almak için gelmiş öğrenciler, bu anlamda çok şanslısınız. Çünkü üzerinde ilim tahsil ettiğiniz bu topraklar medeniyetimizin rahmi olan topraklardır. Çünkü üzerinde ilim tahsil ettiğiniz Ahmet Yesevi’nin mekânı, zamanı ve coğrafyayı aşan o derin kültürünün doğduğu coğrafya ve mekânlardır. Bu mekânın ruhunu anlamakta mıyız? Bu mekânın ruhunu anlarsanız medeniyetimizin ruhunu anlarsınız. Ahmet Yesevi’nin manevi huzurunda ders almayı bilebilirseniz, insanlığa ders vermeye de muktedir olursunuz. Onun için asırlar sonra Yahya Kemal şöyle diyecektir : “Ahmet Yesevi kimdir? İşte onu anlayan, bizim milliyetimizi de anlar”. Ahmet Yesevi’yi anlayamayanlar aslında tarih içerisinde bir boşluğa düşerler. Her dönem için bir şey anlatır Ahmet Yesevi... Dönemleri aşar, mekânları aşar ve kendisini anlamaya çalışan herkese bir şeyler söyler.Ben de şahsî hayatımda bir iki hususta, sonradan Ahmet Yesevi’nin özelliklerini keşfettiğimde özel anlam kattığım noktalar oldu. Rahmetli babam derdi ki; “Sen doğduğunda deden kulağına Ahmed–i Sani diyerek ismini okudu.”.
Yıllar sonra Ahmet Yesevi’nin unvanlarından birinin Ahmed-i Sani olduğunu okuduğumda babamın benim ismimi koyuşundaki, dedemin ismimi koyarkenki yorumu amcam olan Ahmet’in vefatında ikinci Ahmet diyerek koyduğunu düşünmesi değil, belki de buradan yola çıkan atalarımızın Anadolu’ya gelirken her doğan çocuğa Ahmed-i Yesevi’nin manevi talebesi olsun diye kulaklarına ezan okurken, onun da unvanını okuduklarını düşünüyorum. Ahmet Yesevi Pir-i Türkistan’dır. Ahmet Yesevi Hazret-i Türkistan’dır. Ahmet Yesevi Hace-i Türkistan’dır ve bu Türkistan sadece bu mekânın adı değil, bizim medeniyetimizin gittiği her mekânın adıdır. Ben çoğu zaman, ki bugün de büyük bir onur duydum Blagay Tekkesi’ne, Demirci Baba’ya, Sarı Saltuk adına Rumeli’ye ismini veren Sarı Saltuk mekânlarına vardığımda, ya da Anadolu’da Yunus Emre, Geyikli Baba, hele ki Hacı Bayram Veli’nin çilehanesine indiğimde hep Ahmet Yesevi’nin çilehanesini düşündüm. Blagay Tekkesi’ne şöyle sırtımı dayayıp, o suyu, o nehrin kenarına konuşlanan Mostar’daki Blagay Tekkesini düşündüğümde bütün bu kutsal mekânların ilk temsilî merkezinin evet burada Türkistan’da Ahmet Yesevi tarafından kurulduğunu ve sanki bir ok gibi medeniyetimizin yayıldığı her yere bir temsilci gönderildiğini düşünmüşümdür. Neden Sirderya kenarında, Tuna kenarında, Kızılırmak kenarında okunan şiirler, ilahiler hep aynı çağrıyı barındırır? Neden nehir kenarları, ovalar, yaylalar hep böyle çağrışımlarla bizi bir şeye davet etmiştir. Sonraları düşündüğümde bu çağrının Türkistan’dan, bu topraklardan Anadolu’ya, Rumeli’ye hatta Hindistan’a kadar giden bu çağrının izlerini bulmaya çalıştığımızda, aslında var oluşumuzun anlamını da keşfedeceğimizi gördüm. İster Sirderya kenarında olsun, ister Tuna kenarında, ister Mostar nehrinin orada, isterse Yeşilırmak, Kızılırmak ya da Sakarya’da olalım. Bu mekânlar sanki şunu söyler bize: Su var, yaratılışın özü olan su, toprak var ki... Ahmet Yesevi böyle söyler, “Başım toprak, cismim toprak, özüm toprak.” Aşık Veysel’in “Benim sadık yarim kara toprak” demesi gibi. Toprak, su ve ulu gök. Hava, su ve toprağın yanına bir şeyi daha eklemek gerekiyor, ateş... Aşkın ateşi de buna eklenince medeniyetimizin, insanlığın var oluşuna anlam katan ruhu üflenmiş oldu.
Ahmet Yesevi aşktır, aşkın ateşidir, bu ateş ister Sirderya’nın kenarında, ister Tuna’nın kenarında ister Yeşilırmak’ın, Kızılırmak’ın, Sakarya’nın, Fırat’ın kenarında olsun aynı çağrıyı yapar.
Biz bugünden, geriye doğru baktığımızda Ahmet Yesevi’nin ve onun yetiştirdiklerinin, zamanı, mekânı aşan birikiminin, irfanının, hikmetinin, Dîvân-ı Hikmet’te olduğu gibi nesilden nesile aktarılmasının üç aşamasını görüyoruz değerli arkadaşlar!...
Birincisi, kadim medeniyetimizin kuruluşu esnasında oynadığı rol. İnsanlığın kadimiyle bizim milletimizin serüveni arasında Ahmet Yesevi üzerinden kurulan bağ. Bunun üzerinde biraz duracağım.
İkincisi, bu büyük kadim medeniyetimiz saldırıya uğradığında Ahmet Yesevi kültürünün bir sığınak gibi, o saldırı karşısında zihniyetimizin, imanımızın, irfanımızın, hikmetimizin savunma mevzisini oluşturması...
İkincisi, bu büyük kadim medeniyetimiz saldırıya uğradığında Ahmet Yesevi kültürünün bir sığınak gibi, o saldırı karşısında zihniyetimizin, imanımızın, irfanımızın, hikmetimizin savunma mevzisini oluşturması..
Üçüncüsü, şu anda bizim yaşadığımız dönem, kadim medeniyetimizin, kurucu medeniyetimizin yeniden ihya dönemi. Bütün insanlığa mesaj olarak etki etmesi suretiyle yeniden ihya dönemi. Aslında zihniyetimizin, siyasetimizin, ekonomimizin dayandığı temel bu olmalıdır. Şimdi birincisinden başlayalım. Bir tevhit inancı Mekke’de, Medine’de doğar, hızla yayılır...Arslan Baba’nın emanetinin ne olduğunu anlamak için bunu zikrediyorum. Sadece bir hurma mı? Ahmet Yesevi’nin hayatı ile ilgili bize ilk bilgileri veren, benim de Dışişleri Bakanı olarak üstadım, halefim olan Sayın Fuad Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar eserinde böyle söyler. Bir onun şahsi hayatı vardır, bir de menakıplara dayalı hayatı. Hangisi daha önemli, şahsi hayatı ile ilgili az şey biliriz. Ama tarihimizde o kadar çok iz bırakmıştır ki, Ahmet Yesevi, görünen ve görünmeyen talebeleri üzerinden aslında bizim tarihimiz ve idrakimiz açısından metafizikle metafizik, tarihle tarih ötesi arasında bir yerdedir. Bizi tarihe bağlar, tarihi varlığımızı da tarih ötesiyle irtibatlandırır. Onun aldığı emanet Arslan Baba’ya aslında bir tevhit emanetidir. Bu tevhit emanetinin, bu itikatın, bu imanın hareketli bir millet bir topluluk tarafından her bir köşeye taşınması gerekirdi. Emanet tevhit inancıdır. Emaneti aktaran manevi Babası Arslan Baba’dır. Emaneti alan Ahmet Yesevi’dir. Emaneti taşıyanlar o zaman Mavenarünehir’den yola çıkan Horasan’dan Anadolu’ya gelen Ahiyan-ı Rum’dur, Bacıyan-ı Rum’dur, Gaziyan-ı Rum’dur, Horasan erenleridir... Bir yanda Hacı Bayram’dır, bir yanda Hacı Bektaşı Veli’dir. Şimdi o emaneti biz taşıyoruz, biz taşımak zorundayız. Hayret içerisinde şunu görmüştüm, 1991 yılında Keşmir’den bir doktor, Malezya Üniversitesinde göreve geldi, tanıştık. Dedi ki; “aslında bizim de aslımız Horasan. Ahmet Yesevi soyunun devamından geliyor.” Soy, mezhep bağı irtibariyle, Anadolu’da, Rumeli’de bir çok aşiret ile Ahmet Yesevi arasında bağ kurulmuştur. Hindistan’da da bu bağ kurulmuştur. Öyle erenler yola çıkmışlardır ki bu toplumdan, buralardan, o alınan tevhit emanetini en güzel ifadelerle, kültürlerle harmanlana harmanlana, İran’dan, Mezopotamya’dan, Anadolu’dan Rumeli’ye taşıyarak bir medeniyet inşa ettiler. Biz bu medeniyetin takipçileri olmakla büyük gurur duyuyoruz. Bu kimliği onurla dünyanın her yerinde yaşamak ve yaşatmak hayatımızın yegâne anlamıdır. Sizler de, yeni nesil öğrencilerimiz, gençlerimiz de bu emaneti en iyi şekilde taşımak durumundadırlar. Demin söylediğim şeye bir kez daha dönmek istiyorum. Pir-i Türkistan, yola çıkan Pirler... Benim doğduğum yerin adı da Pirlerkondu idi Cumhuriyet’e kadar. Cumhuriyet döneminde Taşkent dendi, muhtemelen yine bir atıfla. Onun için geri dönerken, bir an buraya gelirken, aslıma rücu etmenin, aslıma dönmenin, özümüze dönmenin o büyük şevkini, coşkusunu yaşadım. Ve şu beyitler geldi yüce Ahmet Yesevi’nin Dîvân-ı Hikmeti’nden; “Gurbete düşüp düşüp öz şehrime döndüm yine / Türkistan’da mezar olup kaldım ben işte / Başım dertli, yaşım sızar, kanım tozar / Adım Ahmet, Türkistan’dır benim ilim.” Eğer manevi bir feyiz alarak Ahmed-i Sani adının ağırlığını taşıyabilirsek, bu mekânda bugün feyiz alarak gezdiğim toprakların ruhunu dış politikamızda bir temel mesnet olarak dünyaya taşıyabilirsek, bundan daha onurlu bir görev yapmış olamayız.
Bu yolla bir medeniyet inşa edildi. Avrasya’dan, Avrasya steplerinin isterse kuzeyinden isterse güneyinden olsun bizim milletimizin değişik boylarının hareket ettiği her yere bu kültürü taşıdık. Her yere, Budin’e, Budapeşte’ye kadar. İnşallah Ahmet Yesevi Üniversitesi öğrencilerine mutlaka bir Balkan turu yaptırmak lazım. Gitmek ister misiniz Balkanlara? Ahmet Yesevi’yi anlamak için bu topraktan feyiz almak ama mutlaka ve mutlaka Balkanlara adım atıp buradan oraya taşınan kültürün izlerini hissetmek lazım. Gül Baba’dan Tuna’ya Budin’e doğru bir bakın. Her şeyiyle sanki Ahmet Yesevi ben buradayım der. Blagay Tekkesi’nde ben buradayım der, Sarı Saltuk Tekkesi’nde ben buradayım der, Hacı Bayram Velî’de ben buradayım der. Her bir mekânın ulusuna selam vererek girmek lazım. Her mekânı gezmenin, her mekânı ziyaret etmenin, her şehri ziyaret etmenin bir adabı vardır. İstanbul’u ziyaret eden Eyüp El-Ensarî ile başlar. Bursa’ya giden Emir Sultan’a selam verip girer. Ankara’ya giden Hacı Bayram’a, Konya’ya giden Mevlana Cellaleddin-i Rumi’ye selam vererek şehre girer. Diyarbakır’a giden Hz. Süleyman’a selam verir. Biz de yoldan geçerken sadece giyabi selam ilettik Ahmet Yesevi’ye...Ama inşallah yarın orada güneşin doğuşunu, sabah namazıyla beraber idrak etmek, gerçek selamı iletmek üzere huzuruna varacağız.63 yaşına ulaştığında, çilehanesine inmesi, aydınlığı yaşadıktan sonra aslında Hira mağarasına çekilmek gibidir. Ben hep Hacı Bayram Veli’nin, Osmanlı’nın da manevi mimarı, fethin de manevi mimarının hocası Akşemseddin’in çilehanesine her gittiğimde, inşallah bir gün Ahmet Yesevi’nin de çilehanesine gitmek nasip olur demişimdir. Bir insan ancak bu şekilde “fenâ fi’t tevhid” ve bir anlamda da Hazreti Peygamber’in aşkıyla yanmış olur. Madem ki o göz 63 yaşından sonra ışık görmemiştir, Ahmet Yesevi de maddi ışığa gözünü kapatmak üzere inzivaya çekilmiş; ama manevi ışığın asırlar sonrasına, bugüne kadar taşınacak temellerini de atmıştır. İşte Böyle bir kutsal mekânda, kutsal başkentte milletimizin manevi odağında, böyle bir ilim yuvasında, ilim almak da ilim yapmak da, ilim aktarmak da büyük bir ibadettir. Sizler ne şanslısınız, yeter ki bu şansınızın kıymetini bilin, bu toprakların hakkını verin. Bizler gıyapta bu toprakları özleyerek yaşadık ama hazine içinde olanlar bazen hazineyi bilmezler... Ahmet Yesevi hazinesini ta iliklerinize kadar hissedin, bunu hiç ihmal etmeyin! Düşünün buradan yola çıkan Horasan erenleri, tevhit inancı neden bizim milletimizde hemen karşılık bulmuştur? Çünkü komplike bir coğrafyada yaşamadık. Onlar pür, saf, temiz, açık, berrak bir alanda yola çıktılar. Rumeli’ye kadar giden yolda İran medeniyeti ile tanıştılar. İstikamet kaybolabilirdi... Anadolu’da, Mezopotamya’da, eski Mezopotamya kültürleriyle, bir kısmı yıldıza tapan değişik kültür hazinesiyle, çeşitli kültürlerle kaynaştılar, tanıştılar. Rumeli’de Roma Paganizmi daha sonra bununla bozulmuş olan Hristiyanlık geleneğiyle karşılaştılar. Slav Paganizmi’yle karşılaştılar... Onlara bir ışık lazımdı... O ışığı, o tevhit ışığını bir şekilde nesilden nesile, coğrafyadan coğrafyaya aktararak yeni bir medeniyet inşa etmek gerekiyordu. Diyarbakır’da geçen ay yaptığım konuşmada bunun üzerinde durdum. Bizim millet dediğimiz o büyük birlik, bütün bu yolculuk esnasında kadim kültürlerdeki “tevhidî özü” “Muhammedî kültür”deki tevhit esasıyla birleştirip, mimariye, estetiğe, siyasete, ahlaka, felsefeye büründürerek, yeni bir şehir, yeni bir devlet, yeni bir düzen, bir nizam-ı alem kurmak üzere harekete geçtiler ve kurdular…Biz bu büyük medeniyet birikimini hayata geçirdikten sonra, ne zaman bir zorlukla karşılaşsak, sığınacak bir merci, sığınacak bir düşünce, sığınacak bir irfan arasak Ahmet Yesevi’den bu yana gelen o damarı tekrar tekrar keşfederek kimliğimizi bulduk. Yankılanan seslerde hep onu bulduk. Anadolu’da Yunus Emre, “Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni / Ben yanarım dünü günü / Bana seni gerek seni” derken ve biz bu sesle Rabbimize yönelişimizi ve yakarışımızı dile getirirken; Ahmet Yesevi, “Işkıng kıldı şeyda meni / Cümle âlem bildi meni / Kaygum sensen tüni küni / Menge sen ol kerek sen” dedi. Aynı form, aynı muhteva, aynı öz... Kendimize, kendi özümüze doğru dönerken ve Rabbimizle buluşmamızın, Rabbimizi anlamamızın ve onun bize bir İlahî emanet olarak verdiği o tevhid esaslı fikrin, özün, düzenin hayata geçmesi için hep sığındık.
Şimdi daha sonraki dönemlerde, özellikle son iki yüzyıl içinde topraklarımız esaret görmüşken, bütün bir İslam coğrafyası sömürge etkisi altında inlerken; bütün bu coğrafyalarda kaybolmayan özlerden biri, Ahmet Yesevi gibi kaybolmayan mirası bir sonraki nesillere bir öz olarak, bir ruh olarak aktaranlardır. Anadolu’da da böyle oldu, Rumeli’de de... Hiç unutmadığım ve bizim milletimizin aşkını yansıtan bir hatıramı sizlere anlatmak istiyorum. 2005 yılında Balkanlarda ailem ile geziyordum. Doğu Makedonya’da dağlık Koçkar ve Alikoç köyleri var. Dağlarda terkedilmiş gibi duran yan yana iki köy... Vardığımda, o bölge tamamıyla muhaceret dolayısıyla boşaltılmıştı çok az bir Türk kalmıştı. Aynen Maveranünehir’de, Horasan’da, bizim Anadolu’da Yörük Türkmen geleneğinde olan deyişlerle beni karşıladılar. Emin olun Türkçeleri bizim Anadolu Türkçesinden Horasan Türkçesine daha yakın. Benim babaannemden duyduğum deyişleri aktaran o kıyafetler ile bizi karşıladılar. Sanki 15-16. yüzyıldan bir müzenin içinden çıkmış gibiydiler. Biraz hasbihâlden sonra “ne arzunuz var, ne isteğiniz var, bir talebiniz var mı?” dedikten sonra; aralarından yaşlı birisi çıktı ve şöyle dedi; “Beyim bizim bir talebimiz yok, suyumuz eksik. Bir takım şeylerimiz var ama, sen de 400 yıl ben diyeyim 500 yıl önce, 600 yıl önce bilemiyoruz ne zaman olduğunu, gelmişler ve bizi bu dağlara koymuşlar, bekleyin demişler. Hâlâ bekliyoruz...” Yani bir mekân emanet edildiğinde, kutsal bir emanet gibi o dağı bekleyen, sonra da bir gün birileri gelir ve burada tekrar o medeniyetin ışığını tutuştururuz diye bekleyen, beklemeyi bilen bir millet... Yürüdüğü zaman tarihe şekil veren, belli bir müdafa hattı oluşturduğunda gerektirdiğinde asırlarca beklemeye kararlı bir millet...Bunun her bir coğrafyadaki yansıması farklı oldu. Kazakistan’daki Kazak dünyasındaki Orta Asya’daki bu bekleyişin ve bu direnişin simge isimlerinden biri Mustafa Çokay’dır. Uçakta gelirken yine Kazak bilim adamımız, Kazak kökenli Sayın Abdulvahap Kara Bey ile Mustafa Çokay üzerine konuştuk. Mustafa Çokay neyi savunuyordu? Ondan önce ve onun dönemlerinde İsmail Gaspıralı neyi savunuyordu? Neydi Kazan’da Cedit hareketinin aradığı şey? Kadimle moderniteyi bir yerde buluşturmak... Öyle bir şekilde tekrar kültürümüzü keşfedelim ki, bu kültürü modern dünyaya onurlu bir şekilde taşıma mücadelesi verelim. Yaklaşık 200 yıl bütün bu sömürgeci dalgalar, işgal dalgası karşısında hep bir direniş noktası bulduysak, yine bu coğrafyalara sığınmış olan o onurlu direnişte bulduk. Beni çok etkileyen hususlardan biri, bu mücadele içinde çok ümitsiz oldukları anlarda dahi Anadolu’daki kardeşleriyle Orta Asya’daki kardeşlerin birbirlerini nasıl özlemle beklediğidir. Mustafa Çokay 1912 yılında Saint Petesburg’da talebeyken Balkan Savaşı başlamıştır. Gelir Kazakistan’da, Türkistan’da, Horasan’da yardımlarını toplar ve St. Petesburg’daki Osmanlı Elçisi Turhan Paşa’ya bu yardımları tebliğ eder. 11 – 12. yüzyıllarda bizim dedelerimiz bu topraklardan, Dandanakan’dan hareket ettiler, Ahmet Yesevi’nin mesajını taşıdılar. Onlar oyukları savunmaya çalışırken, onların arkada bıraktığı kardeşlerinin torunları olanlar hep özlemle Anadolu’yu ve Anadolu’daki kardeşlerinin akıbetini merak ettiler, Anadolu’da olanlar da özlemle bir gün geride bıraktıklarına kavuşmaya azmettiler. Anadolu’da olanlar sıkıntıya düştüğünde bu kardeşlerimiz, Mustafa Çokay ve arkadaşlarının yaptığı gibi hiç düşünmeden yardıma koştular. Mustafa Kemal Atatürk’ün Mareşal Fevzi Çakmak’a yazdığı bir telgraf vardır. O günlerde Afganistan’da, Horasan’da şu andaki Kuzey Afganistan’da savaş sürmektedir. İngilizlere karşı bir onurlu direniş yapılır. Aynı günlerde aslında Türkistan’da da, Semerkant’ta da, Buhara’da da, Kokand Hanlığı etrafında yeni bir özgürlük mücadelesi verilir. Mustafa Kemal’in Mareşal Fevzi Çakmak’a talimatı şudur; Bir askere bile ihtiyaç hissettiğimiz günlerdir 1921 yılı... Elinizdeki en seçkin subayları seçiniz ve Orta Asya’ya, Afganistan’a gönderiniz. O zaman Afganistan’la Orta Asya ayrı bir parça olarak düşünülemez. Onun için Balkan Savaşını kaybeden Türk subayları Orta Asya müdafaası için Enver Paşa dâhil olmak üzere Orta Asya’ya geçerler. Bir ortak kader fikri doğar. Şeyh Şamil’den beslenen, Mustafa Çokay’la dirilen ve bütün bu coğrafyaya sirayet eden bir ortak kader fikri... Burada yaşadığımız yenilikler Birinci Dünya Savaşı ve Bolşevik ordusunun bütün bu bölgeyi işgali ile tarihin en uzun ayrılığını yaşamaya başlarız. Biz o uzun ayrılık yıllarını yaşamış bir nesiliz. Emin olun bazen o eski radyoda şöyle bir Azeri Türkçesi duyayım diye, 70’li yıllarda, çevire çevire aradığım günleri hatırlarım. Bir Azeri Türkçesi, bir Orta Asya Türkçesi duyabilmek için hep özlemle bekledik. Bir gün gelecek, bu ayrılan kardeşler tekrar buluşacak, Ahmet Yesevi’nin o manevi bünyesinde buluşacak, diye, hep özlemle bekledik, hep dua ettik, arayarak... 86 yılında Mısır’da doktora tezimin bir kısmını yazarken iki Özbek genci, orada okuyan iki arkadaş gece gizli bir şekilde benimle buluşmaya gelmişti. Nasıl kucaklaştığımızı, hâlâ hatırlarım, nasıl ağladığımızı... Bizim nesil için bir hayaldi, bir Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanının gelip Türkistan’da Ahmet Yesevi üzerine konuşması. Elhamdülillah ki nasip oldu... Emin olun bir daha bu ayrılık yaşanmayacak! Hasretle doğuya her bakışımızda biz Maveraünnehir’i, biz Horasan’ı düşündük, düşledik, özledik hep... Eminim buradan Batı’ya Bakanlar’a asırlar önce giden kardeşlerini özlemle beklediler ve 90’lı yıllardan sonra, bir özgürlük dalgasıyla birlikte 20 sene önce Orta Asya Cumhuriyetleri kardeş cumhuriyetler özgürlüklerine kavuştular.
Şimdi bu iki aşamadan sonra, üçüncü aşamadaki misyonumuz konusunda da görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Birinci aşama, kadimle buluşan milletimizin tevhit akidesi etrafında medeniyeti inşa etmesi. O onurlu asırlarda büyük hâkimiyetlere imza attık. Buradan yola çıkanlar Hindistan’da Babür devletini kurdular. Anadolu’da, Rumeli’de Osmanlı devletini, Selçuklu devletini, Kazan’da ve Avrasya steplerinde Altınordu Devleti’ni kurdular. Büyük şehirler inşa ettiler. Tac Mahal bugün varsa Semerkant olduğu için vardır. Mimar Sinan Selimiye’yi Süleymaniye’yi inşa ederken buradan gelen o mimari estetiği oradaki mimari estetikle buluşturarak inşa etti. Emin olunuz yine 95 yılında Buhara’ya gidip sokaklarında böyle burnumun, yüreğimin içine bütün bu havayı çekerken gece yürüdüğümde aynen Konya’nın havasını hissettim. Ha Konya ha Buhara! Buhara olmasaydı Konya olmazdı. Ahmet Yesevi olmasaydı Mevla-na Celaleddin-i Rumi ve onunla birlikte Anadolu erenleri yetişemezdi. Onun için bizim, bize yol gösteren, ışık gösteren şehirlerimiz buralardadır, bu diyarlardadır. Bize yol gösteren ışık gösteren ilk manevi öncülerimiz de bu diyarlardadır. Şimdi bu yükseliş döneminden sonra, birbirimizle yaşadığımız ayrılığın acısını, ızdırabını çektiğimiz ikinci dönemden sonra yeni ve üçüncü dönemin işaretlerini görüyoruz. Bunun hakkını vermek durumundayız. Aslında çok semboliktir ve emeği geçenleri rahmetle anıyorum. Bakın başta Cumhurbaşkanı Turgut Özal olmak üzere, gelip 1993 yılında Türkistan’da Ahmet Yesevi Üniversitesini kurmayı düşünen zihniyet, geleceği de inşa etmeyi düşünmüştür. Sembolik olarak o kadar önemli ki bu mekân, bu Üniversitenin kuruluşu... Bu Üniversitenin başarısızlığı diye bir şey düşünülemez. Çünkü Ahmet Yesevi adına kurulan bir üniversitede yetişen nesil, aslında Ahmet Yesevi’nin bütün bir coğrafyaya gönderdiği 99 bin olduğu rivayet edilen müridi ve talebesi gibi, bugün de bütün küresel dünyaya, dünyanın her köşesine onun ışığını, emanetini, aşkını taşıyacak nesiller yetiştirmekle sorumludur. Üniversite bunun için buraya kuruldu. Onun için Ahmet Yesevi Üniversitesinin başarısı bizim bu yeni dönemdeki başarımızın işareti olacak. Hiç düşünemiyorum, hayal bile edemiyorum ama başarısızlığı hepimizin başarısızlığı olacaktır. Üzerinizde büyük bir sorumluluk var, büyük bir mesuliyet var. Emin olun ahirette önce o emaneti ona veren Arslan Baba, sonra o emaneti diğer nesillere aktaran Ahmet Yesevi, hepimizden hesap sorar.
Ahmet Yesevi Üniversitesi dünyanın en kaliteli eğitimini vermek durumunda, en iyi öğrencilerini yetiştirmek durumunda, en iyi ilim adamlarını buraya çekmek durumunda. İnşallah bunların hepsini gerçekleştirmek için Ahmet Yesevi Üniversitesinin hizmetinde çalışmaya hazırız. Artık ben de buranın öğretim üyesi olduğum için size taahhüt ediyorum. İster burada olayım isterse dünyanın her hangi bir köşesinde... Ahmet Yesevi Üniversitesi ne zaman bir şeye ihtiyaç hissederse Rektörümüz, Rektör Vekilimiz, Mütevelli Heyet başkanımız beni buradaki öğretim üyeleri gibi arayabilirler. Şimdi biraz bu yeni dönemin özellikleri üzerinde duralım. 91’den bu yana Sovyetlerin çöküşü ve Orta Asya Cumhuriyetlerimizin, kardeş cumhuriyetlerimizin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla birlikte başlayan dönemde 20 yıl içerisinde büyük değişim yaşandı. Üç önemli değişim süreci geçti; Jeopolitik dönüşüm, jeokültürel dönüşüm ve jeoekonomik dönüşüm. Şu Orta Asya coğrafyası öyle bir coğrafya ki bu coğrafyada iki kader bekler milletleri... Ya sıcak denize doğru, denize kapalı bu coğrafyadan hareketlenerek büyük devletler kuracaksınız ya da başka büyük devletlerin etkisi altında kalacaksınız. Bu coğrafyadan hareket ederek kurulmuş olan Selçuklular, ister Timur dönemindeki Timur İmparatorluğu, Babür ve bütün Avrasya’ya yayılan büyük devlet gelenekleri, ya bir düzen kurdular ya da başka ülkelerin, başka büyük emperyal iddiaların kurbanları oldular. Şimdi ilk defa bu coğrafyada son iki yüzyıldan sonra yeni bir siyaset ortaya çıktı. Bağımsız Orta Asya cumhuriyetleri... Şimdi Soğuk Savaş jeopoltiğinin parçalanmasıyla birlikte, yeni meydan okumalarla birlikte aslında büyük imkânlar da ortaya çıktı. Bizim bu yeni jeopolitiği doğru okumamız lazım. Orta Asya’nın parçalanmış yapılarını birleştirip, daha büyük bir siyasi etnsite etrafında bütün devletlerin eşit olarak yanyana birlikte kardeşçe yaşadıkları ama ortak bir ideal etrafında işbirliği yaptıkları yeni bir dönemin gerçekleşmesi lazım. Jeokültürel bir dönüşüm yaşanıyor. Bu jeokültürel dönüşümün içinde kimlikler tekrar keşfediliyor. Ama bu kimliklerin birbirini ayrıştırıcı, birbirini dışlayıcı kimlikler olarak gelişmemesi lazım. Kazak kimliği, Özbek kimliği, Türkmen kimliği, Kırgız kimliği, Uygur, Tatar, Ahıska bütün bu kimliklerin yeni ve daha büyük kimlik potaları içinde ortak bir ideale yönelmeleri gerekir. Parçalanmış ekonomik yapılar, İpek Yolu etrafında tekrar bütünleşme temayülü içinde. Orta Asya’nın medeniyet, büyük medeniyet şehirleri kurduğu Semarkant’ın, Buhara’nın yükseldiği dönemlere baktığımızda; Orta Asya’nın Asya ile Avrupa arasındaki Akdeniz’e kadar giden kuşaktaki bütün ticaret hatlarını kontrol altına aldığını görürsünüz. Soğuk savaş ekonomisi bu hatları birbirinden kopardı. Sovyet ekonomik yapılanması içinde, o büyük yapı içinde ham maddenin üretildiği alanlarla, sanayi üretimi birbirinden ayrıştırıldı. Parçalanan ekonomiler çıktı. Şimdi tekrar büyük ekonomik, makro ekonomik projeler etrafında, bunların tek bir hat etrafında birleşmesi lazım. Dün Cumhurbaşkanı Sayın Nursultan Nazarbayev’le görüştüğümüzde en çok üzerine durduğumuz konu, Bakü-Tiflis-Kars demir yolu hattı ile Kazakistan üzerinden giden Çin’den Kazakistan’a oradan da Hazar’a bağlanan hattın birleştirilmesi projesi oldu. Geçmişte nasıl kervanlar İpek Yolu üzerinden bu bölgeyi mamur eylemişse şimdi de hızlı trenler, demiryolları, ticaret hatları, hava yolları ve en önemlisi enerji hatlarıyla, doğal gaz boru hatları, petrol boru hatlarıyla büyük bir ekonomik refah havzası oluşturmak zorundayız. Şimdi gün bu kadim merkezin tekrar bizim medeniyetimiz etrafında inşa edilme günüdür. Türk Konseyi’ni kurarken, iki sene önce yirmi yıllık birikim üzerinde aslında bütün bu yeni dönemi değerlendirebilecek bir siyasi irade oluşturmaya çalıştık. Bugün kurumsallaşmış bir Türk Konseyi İstanbul’da faaliyete başladı. Biraz önce zikrettiğim o demiryolu projeleri ve diğer projelerle Orta Asya’yı tekrar Anadolu’ya ve daha ötesine Avrupa’ya birleştirecek projelerin öncülüğünü yapacağız. Bu yeni yükseliş döneminde bir taraftan siyasi alt yapıyı kurarken diğer taraftan da bu siyasi alt yapının zihniyet ve gençlik planlamasını yapmak zorundayız. Ahmet Yesevi Üniveritesi’nin misyonu işte bu zihniyeti yeniden inşa etme misyonudur. Artık kaderleri birleştirmek bu kaderlerden yeni ve ortak geniş bir havza oluşturmak zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Biz Türkiye olarak sorumluluklarımızın farkındayız. Nasıl büyük bir hasretle kardeşlerimizin bizi beklediğinin ve bunun gereği olan siyasi misyonu yerine getirmek icap ettiğinin farkındayız. Onun için bizim Orta Asya siyasetimiz sadece bir bölgesel siyaset değil, aslında bu inşa faaliyetinin menşeinden tekrar kurucu bir şekilde hayata geçirilmesi faaliyetidir. O bakımdan Türkiye ile Kazakistan arasında son yıllarda örnek bir model olarak gelişen ilişkiler aslında bütün diğer ülkeler ile geliştirilmelidir. Hedefimiz şu; Orta Asya Cumhuriyetleri’nin her biri millî düzeyde güçlü devletler olarak ayağa kalksınlar, kendi ekonomik alt yapılarını oluştursunlar. Kimliklerini ayrıştırıcı değil birleştirici olarak inşa etsinler. Güçlü siyasi yapılar olarak dünyada yerlerini alsınlar. Ulusal düzeydeki meydan okuma bu. Emin olun Birleşmiş Milletler genel kurul toplantısına gittiğimizde ya da herhangi uluslararası bir toplantıya gittiğimizde gözümüz ayyıldızlı bayrağı nasıl arıyorsa Kazakistan bayrağını da, Özbekistan bayrağını da, Kırgızistan bayrağını da, Türkmenistan bayrağını da, Azerbaycan bayrağını da öyle arıyor. Bizim son dönemde, ne zaman herhangi bir kardeş Türk Cumhuriyetinin ihtiyacı olmuşsa, büyükelçiliklerimize gönderdiğimiz talimat açıktır. Bulunduğunuz yerlerde eğer Kazakistan büyükelçiliği yoksa bütün Kazak vatandaşları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı muamelesi görecektir. Kazakistan 2017 Expo için müracaat ettiğinde, Astana için genelge yolladık bütün büyükelçiliklere... Nasıl İzmir Exposu için lobi yapıyorsanız, nasıl İzmir’in dünyada tanınması için çaba sarfediyorsanız Astana için de aynı çabayı göstereceksiniz. Bizim için Almatı ile İzmir’in, Türkistan ile Konya’nın, Astana ile Ankara’nın hiçbir farkı yoktur. Semerkant’la Buhara’nın da farkı yoktur. Bugün bazı sıkıntılar yaşıyor olabiliriz ama ne olursa olsun bütün hedefimiz, bizim bu kardeşlik etrafında yeni dönemi anlamamız ve yeni bir inşa faaliyeti içine girmemizdir. Zihinleri yeniden inşa edeceğiz, toplumları yeniden inşa edeceğiz. Devletlerimizi yeniden inşa ederek, restore ederek güçlendireceğiz. Bölgesel faaliyetleri birlikte hayata geçireceğiz. Büyük onur duyuyorum. Bu Kazakistan ziyaretim iki sebepten önemlidir. Birisi ikili ziyaret ve bu bağlamda Ahmet Yesevi Üniversitesini ziyaret. Bir diğeri de Almatı’da Afganistan ile ilgili İstanbul Sürecinin üçüncü bakanlar kurulu toplantısını yapmak. İstanbul Süreci, iki sene önce bizim Türkiye’de başlattığımız Türkiye’nin öncülüğünde başlayan bir süreç. İkinci toplantısı Kabil’de yapıldı. Üçüncü toplantısı Almatı’da yapıldı. Afganistan ve komşularını bir araya getiren bir süreç. Sayın Nazarbayev toplantıyı açarken “İstanbul Süreci’nin üçüncü toplantısı için Almatı’ya hoş geldiniz” dediğinde büyük gurur duydum. İstanbul ve Almatı bir projede birleşmişti. Türkiye ve Kazakistan Afganistan için birlikte çalışıyor. İşte görmek istediğimiz birliktelik bu. İnşallah önümüzdeki dönemde hem bu devletler yirmi yıllık tecrübe ışığında kendi iç bütünlüklerini kuvvetlendirerek, kendi siyasal yapılarını derinleştirerek, ekonomik alt yapılarını güçlendirerek, ki Kazakistan bunların en güzel bir örneğidir, dünyada hak ettikleri yerleri alacaklardır. İnşallah mamur şehirler inşa etmiş medeniyetimizin merkezi olan bu coğrafya, ekonomide yükselen yıldız bir coğrafya olacaktır. Bunu birlikte yapacağız. İnşallah bu kardeş milletlerin bayrakları yan yana bütün dünyada onurla dalgalanacaktır. Yeni bir dönem başlıyor arkadaşlar bu dönemin manevi ışığı Ahmet Yesevi’dir. Bizim görevimiz bu dönemin hakkını vermek.
İşte sizler adına yürütmekte olduğumuz dış politikanın temelindeki, dünyanın neresinde mazlum varsa ona sahip çıkma ideali de, Ahmet Yesevi’den beslenen bir idealdir. Somali’de bir mazlum varsa, bir garip varsa Ahmet Yesevi’den beslenmiş olan bizler ona sahip çıkacağız. Filstin’de bir garip varsa, onun gözyaşlarını biz paylaşacağız. Bosna’da “bize sahip çıkan biri yok mu?” diyen biri varsa Blagay Tekkesi adına biz buradayız diyeceğiz. Myanmar’da “dünya bizi terketti bize bakan biri yok mu?” diyen biri varsa; bir muktedir devletin sesini duymak isteyen biri varsa, “evet biz yanınızdayız” diyeceğiz. Çünkü biz Ahmet Yesevi ocağından beslenmiş bir geleneği temsil ediyoruz. Bizim milletimiz belli konjonktürlerde ortaya çıkmış bir millet değildir. Bizim milletimiz asırlar içinde olgunlaşa olgunlaşa gelişmiş büyük bir kültürü, büyük bir irfanı taşıyan bir millettir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütün mazlum milletlere ama o mazlum milletlerin yanında bütün kardeş milletlere de mesajı şudur: Bizim dostluğumuz kıymeti bilindiğinde büyük bir dostluktur, çünkü biz her zaman dostlarımızın yanında oluruz.
Afganistan’da, benim doğduğum beldenin, Konya’nın manevi mimarı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin de doğduğu Belh’e gittiğimde, Belh Valisi hâlâ üzerinde sorumluluğunu derin bir şekilde hissettiğim bir talepte bulunmuştu. Dedi ki; “Sayın Bakanım, bize Mezar-ı Şerif’te, ki aynen Türkistan gibi kutsal bir şehirdir, Horasan’ın merkezidir, okul lazım, cami lazım, hastane lazım.” Bir gazeteci daha sonra oradan bana şunu sordu: “Sayın Bakanım Belh Valisi öyle istiyor ki sanki Belh Valisi değil de Konya Valisi.” Evet dedim, çünkü Konya ne kadar bize aitse Belh de o kadar bize aittir. Konya Valisi benden bir şey talep etme hakkına ne kadar sahipse Belh Valisinin de o kadar hakkı vardır. Şimdi burada Türkistan Valisine de söylüyorum onun da o hakkı var. Çünkü biliyoruz ki buradaki kardeşlerimiz Anadolu’daki kardeşlerine belki bazı zorlukları görerek talepte bulunmaktan çekinebilir ama hiçbir şey yakıştırmazlar, acziyet yakıştırmazlar. Bizim devlet geleneğimiz iki şeyi bir arada barındırdığında büyük bir adalet dağıtmıştır. Şefkat ve kudret... Şunu size teminen söylüyorum artık sırtınızı dayayacağınız öyle bir Türkiye Cumhuriyeti devleti var ki hem kudretlidir, hem şefkatlidir. İnşallah bir daha Mustafa Çokay’lar bu toprakları terketmek zorunda kalmaz. Ama o zaman terkettikleri gibi Türkiye Cumhuriyeti devletine yönlerini döndüklerinde bilsinler ki onlara her zaman sahip çıkacak Anadolu’daki kardeşleri olacaktır. Nasıl siz burada sahipsiz değilseniz, biz de Anadolu’da sırtımızı dağ gibi Orta Asya’ya dayamış, bu büyük geleneğe dayamış bir millet olarak, kendimizi daha güvende hissediyoruz. Madem ki arkamızda bu büyük gelenek var, gönlümüzde Ahmet Yesevi, arkamızda Altay Dağları, Tanrı Dağları ve Maveraünnehir var hiçbir mavera bizi esir alamaz. İnşallah bu yeni inşa döneminde heğ beraber omuz omuza bir büyük medeniyetin çocukları olarak, bütün insanlığa Ahmet Yesevi’nin mesajını iletmeye devam edeceğiz. Ve bizim nesillerin çektiği ayrılığı, yaşadığı hasreti bir daha bizden sonraki nesiller yaşamayacak. Ahmet Yesevi Üniversitesinden yetişecek olan bu genç kardeşlerime devraldıkları emaneti çok daha ileri burçlara taşıma mesajını iletiyorum. Her zaman onların yanında olduğumu bilmelerini taahhüt ediyorum ve inşallah en kısa zamanda Ahmet Yesevi’nin bir dönemlik dersini vermek üzere buraya Ahmet Yesevi yurduna tekrar gelmeyi ümit ediyorum.
Arkadaşlarım güzel bir mesaj ilettiler, bunu da söyleyeyim müsadenizle. Yurt Dışı Türkler Başkanlığımız var biliyorsunuz. Şimdi Kemal Yurtnaç Bey burada, Yurt Dışı Türkler Başkanlığımız bu sene 20 öğrenciye bir Balkan turu yaptıralım, Gül Baba’ya kadar. Siz seçin 20 öğrenciye önce Anadolu’da bir kısa Bursa, İstanbul sonra da Edirne’ye Üsküp’e, Bosna’ya ve Budin’e, Budapeşte’ye gönderelim. Allah hepinize bu emaneti taşıma gücü versin! Devletimizi milletimizi daima aziz eylesin, hem Türkiye’yi hem Kazakistan’ı!